Ağrı insanlığın var olduğu günden beri süregelmektedir. Tarih öncesi dönemin insanı ağrı ve acılarını dindirmek için içgüdüsel davranışlarda bulunurdu. Acıyan, ağrıyan yerlerini dere ve göllerin soğuk sularına daldırır ya da güneşte kızdırılmış taş parçalarını ağrıyan bölgenin üzerine koyarak ağrısını dindirmeye çalışırdı.
Çoğu kez ağrı, dinsel inançlarla da açıklanmaya çalışılırdı. Kişi ağrısı ile başa çıkamadığında kabilenin büyücüsüne başvururdu. Ya da çoğu Anadolu Uygarlıklarında olduğu gibi Büyük Ana’ya koşardı. İnsanın canı yandığında hâlâ “anacığım” diye bağırması belki de o günlerden kalan bir alışkanlık olsa gerek.
Dinsel inançların, sihir ve büyünün ağrılı hastaların tedavisinde de kullanıldığı bilinmektedir. Ağrıyı kovmak, korkutmak için ejderha, canavar heykelcikleri, dövmeler kullanılırdı.
Kutsal kitaplarda uygulanan ilk ağrı dindirme yöntemi şu şekilde dile getirilmektedir:
“- Ulu Tanrı Adem’in derin bir uykuya dalmasını sağladı. Uyurken kaburgalarından birini çıkardı. Yarayı tekrar kapattı.”
Fransa, İngiltere, İspanya, Portekiz, Polonya ve Rusya’da prehistorik dönemle ilgili kazılarda çok eski dönemlere ait kafataslarında trepanasyon (kafa kemiğinin delinmesi) işlemine rastlanmaktadır. Bugün bile çok şiddetli baş ağrılarında ilkel toplulukların trepanasyon uyguladığı bilinmektedir. Örneğin İran’ın Zağros Dağları’nda yaşayan Bahtiyari aşireti arasında trepanasyon yöntemi hâlâ sürdürülmektedir.
Uygarlığın beşiği olarak kabul edilen Mezopotamya’da I.Ö. 7. yüzyılda Asurbanipal zamanında kurulan kütüphanede ele geçirilen Î.Ö. 2250 yıllarına ait çamur tabletlerde diş ağrısına karşı bir reçeteye rastlanmıştır. 250 bitkisel, 120 mineral ve hayvansal ilaç içeren Mezopotamya kodeksinde ağrı giderici olarak mandragora ve afyondan, uyku verici olarak belladona (güzelavrat otu)’dan söz edilmektedir.
I.Ö. 2000 yıllarına ait olduğu sanılan Smith papirüslerinde kalp,bütün organların merkezi olarak kabul ediliyor ve ağrının büyük travmalar ve doğal olaylara bağlı olduğu belirtilmekle birlikte fizyolojik ve anatomik özellikleri mistik düşüncelerle açıklanmaya çalışılıyordu.
1873 yılında Ebers tarafından bulunan ve Î.Ö. 1550 yıllarına ait olan papirüste sıralanan 700 reçete arasında uyuşturucu olarak afyon ve banotundan söz edilmektedir.
I.Ö. 4000 yıl öncesine dayandığı tahmin edilen Eski Hint’in en eski kutsal kitabı Rig Vera’da çeşitli bitkisel ve hayvansal kaynaklardan elde edilen ve bugün bile kullanılan analjeziklerden söz ediliyordu.
Çinliler tarafından bugün bile ileri sürülen düşünceye göre dünya ve vücut denge halindedir. Bu iki dengeleyen güce Yin ve Yang adı verilir. Yang erkeklik, ışık, ısı, saldırganlık ve gücü; Yin dişilik, karanlık, soğuk, pasiflik ve zayıflığı simgelemektedir. Buna göre dünya beş öğeden meydana gelir. Toprak, su, ateş, ağaç ve metal. Buna koşut olarak vücutta da beş önemli organ vardır. Kalp, akciğerler, karaciğer, dalak ve böbrekler. Çin felsefesine göre ağrının belirli bir merkezi yoktur. Yang ve Yin dengesinin bozulmasına bağlı olarak ortaya çıkar.
Eski Yunan’da çeşitli analjeziklerin kullanıldığı mitolojik öykülerden ve Homer destanlarından anlaşılmaktadır. İ.Ö. 9. yüzyılda yaşayan Homer’in Odisea destanında Zeus’un kızı Troya’lı Helen, bütün ağrı ve acılarını dindirmek için şarabına ilaç koymaktadır. Bu ilacın belladona özelliklerine sahip mandragora bitkisi olduğu sanılmaktadır.
Eski Yunan’da tıptaki ilk önemli isim Alcameion (I.Ö.500) beyni sinir sisteminin merkezi olarak göstermiştir. Bu görüş daha sonraları Anaxagoras, Diogenes, Democritus tarafından da desteklenmekle birlikte yaygın taraftar bulmamıştır.Dönemin en güçlü ismi Aristo (I.Ö. 384-322) De Partibul Animalius adlı yapıtında ağrının deriden kaynaklandığım ve kan damarlarıyla kalbe taşındığını ileri sürmüştür.
Democritus (I.Ö. 460-362) dünyadaki ateş, hava ve suyun sürekli değişen elementlerden oluştuğunu ileri süren Unlu “atom” teorisini geliştirmiştir.
Atom teorisini ağrıya uygulayan Democritus’a göre ağrı vücuttaki keskin partiküllerin hızla hareket ederek normal atomları rahatsız etmesine bağlıdır.
I.Ö. 460-360 yıllan arasında yaşayan Hippocrates ağrıya özel bir önem vermiştir. “Divinum est opus sedare dolorem” –ağrı dindirmek tanrı sanatıdır– sözü bugün de söylene gelmektedir.
Plato (I.Ö. 427-347) ağrının yalnızca çevrenin uyarılarıyla değil, kişinin ruhsal durumu ile de ilgili olduğunu ve vücut armonisinin bozulmasına bağlı olduğunu ileri sürmüştür.
Tarihte en aydınlık çağlardan birisi Büyük İskender dönemidir. Bu dönemde General Ptolemi önderliğinde anatomi ve fizyolojide önemli çalışmalar yapılmış ve büyük ilerlemeler kaydedilmiştir. Kadavralar üzerinde yapılan çalışmalarla atardamar ve sinirler birbirinden ayırt edilmiş, sinirlerin omurilik ve beyinden çıktığı gösterilmiştir. Bu dönemde Herophilius (I.Ö. 335-280) ve Erasistratus (I.Ö. 310-250) beynin sinir sisteminin bir parçası olduğunu ve sinirlerin hareket sinirleri ve duysal sinirler olarak ikiye ayrıldığını ileri sürmüşlerdir.
İmparator Neron ve Vespasien’in ordularında hekim-eczacı olarak çalışan Dioscorides I.S. 77 yıllarında yazdığı Materia Medica adlı yapıtında afyon, banotu ve baldırandan yaptığı mercimek tanesi büyüklüğündeki haplardan sözetmektedir. Celcius (I.S. 3-64) 8 ciltlik De Re Medicina adlı yapıtının 5. bölümünde ağrıların dindirilmesi için banotu, tilki üzümü ve adamotu kullandığını bildirmektedir. Celcius ağrının yangıya (inflamasyon) bağlı olarak ortaya çıktığını ileri sürmüştür.
Fizikçi ve filozof Galen (I.S. 130-201) yaptığı ayrıntılı çalışmalar sonucu merkezi ve periferik sinir sisteminin
önemini vurgulamıştır. Yeni doğan domuzlarda omurilik üzerinde yaptığı çalışmalarda sinirleri üçe ayırmıştır. Yumuşak duysal sinirler, sert-motor (hareket) sinirleri ve aşırı duyarlı ağrı sinirleri. Bütün bu sinirlerin merkezi olarak da beyni tanımlamıştır. Galen’in merkez sinir sisteminin işlevi ile ilgili bu büyük katkılarına rağmen Aristo’nun kalbi merkez alan düşüncesi geçerliğini Ortaçağ da dahil olmak üzere yüzyıllar boyu sürdürmüştür.
Ortaçağ’da Hıristiyanlık skolastik dönemin karanlığına gömülürken İslam ülkelerinde tıbbın geliştiği görülmektedir, İslami tıbbı önceleri bu bölgede yaşayan Mezopotamya, Eski Mısır, Eski Hint ve İran’ın etkisi altında görülmektedir, İslam tıbbı özellikle Nasturiler’in Cundi Şapur ekolünün etkisinde kalmıştır. 5. yüzyılda İstanbul Patriği olan Nestorius’un görüşlerinden kaynaklanan Cundi Şapur ekolü bir çok eski yapıtı Süryanice ve Arapçaya çevirmiştir. Bu dönemin ilk yazarlarından Ebu Musa Cabir yapıtlarında kamfora, alkol, hint keneviri ve banotundan söz etmektedir.
Batılılar’ca Alkindus olarak tanınan Abu Yusuf Yakub ibn-i îshak Al Kindi, Materia Medica adlı yapıtında banotu, tilki üzümü gibi bitkilerin analjezik ve yatıştırıcı özelliklerinden söz etmiştir.
Dünyaca ünlü İslam düşünür ve bilgini İbn-i Sina (Avi-cenna) (I.S. 980-1037) 5 ciltlik ünlü Kanun adlı yapıtının 1. cildindeağrı fizyolojisi ve tedavisine önemli yer ayırmıştır. İbn-i Sina’nın yaptığı ağrı sınıflaması bugün bile geçerliliğini korumaktadır. 1970’li yıllarda geliştirilen Mc Gill ağrı sorgulaması ve İbn-i Sina’nın ağrı sınıflaması arasında şaşırtıcı bir paralellik bulunmaktadır.
Batı tıbbı Ortaçağ karanlığında yalnızca Aristo ve Aqi-no’lu Thomas’ın görüşleriyle hareket etmiş, hiçbir bilimsel gelinmeye izin verilmemiştir. Bu dönem 8. yüzyılda Milano ve (‘. yüzyılda Salermo’da açılan tıp okullarıyla sona erer. Rönesansla birlikte Batı, tıp yolunda önemli adımlar atmaya başlamıştır. Leonardo da Vinci bir çok konuda olduğu gibi insan fizyolojisi ile ilgili önemli araştırmalar yürütmüş,
Venntriküller, beyin sapı ve omurilik üzerinde yoğunlaştırdığı çalışmaların yanısıra özellikle periferik (çevresel) sinir sistemi ve işlevlerini incelemiştir.
Descartes (1596-1650) ölümünden 14 yıl sonra yayınlanan L’Homme (insan) adlı yapıtında ağrının beyne bağlanan çok ince lifler tarafından iletildiğini ileri sürdü.